İnsanlardansa şehirlere sığınmak isterim. Umudu onlarda ararım. İnsanların belki de kısacık ömürlerinden dolayı bir türlü ulaşamadığı derinliği, şehirlerde bulacağıma inanırım. Şehrin dar sokakları elbet bir yerlerinde, bir anında yakalamıştır saflığı. Küçük hesaplar peşinde koştuğu olmamıştır asırlık çınarların. Yabancının bile tanrı misafiri olarak kabul göreceği taştan, kerpiçten evleri olmuştur şehirlerin. İnsanın yüreğine sığdıramadığını o sığdırmıştır. Bu yüzden en somurtkan, en yabancı yönüyle karşılasa da şehir beni, içindeki bilinmeyenleri, tarihin arka sayfalarında bıraktığı yüzlerini ararım hep. Kimi zaman bir merdiveni tırmanırken, kimi zaman bastonuyla karşıma çıkan, yılların şekil verdiği yaşlı bir amcayla sohbet ederken, bir adresin tarifini alırken, çocukların oyunlarını seyrederken, bir yapıyı, bir kalıntıyı, bir müzeyi gezerken ararım izlerini. Hiç acele etmem, peşin fikirli olmam. Sokakların kendini erkenden kapattığı, bir kadın şehri olmaktan uzak Anadolu şehirlerinde sabrımı daha da zorlar, umudumu hiç kaybetmem. Sinema seminerlerindeki sevgili Özlem Oğuzhan hocamızın "Turist olmak başka, seyyah olmak başka!" sözleri kulağımda çınlarken, eninde sonunda şehrin beni bulacağına inanırım.
Bir Antep gezisi sonrası Zeugma ile büyülenmeyi beklerken, yolda tanıştığımız biri Urfa'ya bağlı Halfeti ilçesindeki Rumkale'yi görmemizi önermişti. İşte hiç de hesapta olmayan bir davet gelmişti bile! Halfeti'ye kelaynak kuşlarının son umut evi Birecik ilçesinden sonra vardık. Halfeti ilk kez duyduğum, bir kısmı sular altında kalmış küçük bir ilçeydi. Tutulan su sayesinde Fırat neredeyse denize dönmüş, ilçenin yeşil ve dağlık arazisine bambaşka bir ruh katmıştı. İlçeye can mı vermiş, yoksa altındaki tarihi boğmuş mu, tartışılırdı. İsmine başlarda anlam veremediğim "Siyah Gül" adlı bir tekneyle gezimize başladık. Tur sırasında artık tarih olan başka bir köyü daha gördük. Gezide insanın duyguları, manzaranın keyfini mi duyumsamalı, yoksa yitip giden bir köyün acısını mı yaşamalı diye gelgitler yaşıyordu. Fırat'ın içlerine kadar sokulan daha doğrusu suyun genişlemesiyle bir yarımada olan kaleye, Rumkale demeleri de boşuna değilmiş. Civardaki köylerin yapısından da anlaşılacağı üzere köy Rumlardan kalmaymış. Tekne turu tamamlandıktan sonra farklı bir deneyim yaşamanın hazzıyla dönüş yoluna girecekken, son anda bir yerde nehrin iki yakasını birbirine bağlayan uzun bir asma köprü gördük. Sıcağın etkisinden eşimi ve kızımı ikna edemesem de hızlıca gidip geleceğimi söyleyerek izinlerini istedim. Asma köprünün üzerinde yürüyüp bir de buradan eşsiz manzaraya bakınca "iyi ki geldik" diye bir kez daha içimden geçirdim. Ancak asıl sürprizi ilçeden ayrılmadan bir-iki dakika önce öğrendim. Yıllar önce bahçe işlerinden çok iyi anlayan bir arkadaşım siyah gülün hiçbir yerde yetişmediğini, hatta üretilemediğini söylemişti. Meğer Halfeti, dünyada siyah gülün yetiştiği tek yermiş! Buraya has iklim ve topraktan dolayı farklı bir yere götürülen güller rengini yitirip kızarıyor, koyu kırmızı renge bürünüyormuş. İlçenin tanıtımı için, yakın zamanda siyah gül festivali hazırlıkları bile planlanmaya başlanmış. Bindiğimiz teknenin isminin nereden geldiği de böylece anlaşılmış oluyordu. Şehir bana hazinelerinden birini göstermişti. Tatlı bir yorgunlukla sonraki gezilerimizi de tamamlayıp, yine aynı arayışlar içinde gezimizi tamamladık.
Bir Antep gezisi sonrası Zeugma ile büyülenmeyi beklerken, yolda tanıştığımız biri Urfa'ya bağlı Halfeti ilçesindeki Rumkale'yi görmemizi önermişti. İşte hiç de hesapta olmayan bir davet gelmişti bile! Halfeti'ye kelaynak kuşlarının son umut evi Birecik ilçesinden sonra vardık. Halfeti ilk kez duyduğum, bir kısmı sular altında kalmış küçük bir ilçeydi. Tutulan su sayesinde Fırat neredeyse denize dönmüş, ilçenin yeşil ve dağlık arazisine bambaşka bir ruh katmıştı. İlçeye can mı vermiş, yoksa altındaki tarihi boğmuş mu, tartışılırdı. İsmine başlarda anlam veremediğim "Siyah Gül" adlı bir tekneyle gezimize başladık. Tur sırasında artık tarih olan başka bir köyü daha gördük. Gezide insanın duyguları, manzaranın keyfini mi duyumsamalı, yoksa yitip giden bir köyün acısını mı yaşamalı diye gelgitler yaşıyordu. Fırat'ın içlerine kadar sokulan daha doğrusu suyun genişlemesiyle bir yarımada olan kaleye, Rumkale demeleri de boşuna değilmiş. Civardaki köylerin yapısından da anlaşılacağı üzere köy Rumlardan kalmaymış. Tekne turu tamamlandıktan sonra farklı bir deneyim yaşamanın hazzıyla dönüş yoluna girecekken, son anda bir yerde nehrin iki yakasını birbirine bağlayan uzun bir asma köprü gördük. Sıcağın etkisinden eşimi ve kızımı ikna edemesem de hızlıca gidip geleceğimi söyleyerek izinlerini istedim. Asma köprünün üzerinde yürüyüp bir de buradan eşsiz manzaraya bakınca "iyi ki geldik" diye bir kez daha içimden geçirdim. Ancak asıl sürprizi ilçeden ayrılmadan bir-iki dakika önce öğrendim. Yıllar önce bahçe işlerinden çok iyi anlayan bir arkadaşım siyah gülün hiçbir yerde yetişmediğini, hatta üretilemediğini söylemişti. Meğer Halfeti, dünyada siyah gülün yetiştiği tek yermiş! Buraya has iklim ve topraktan dolayı farklı bir yere götürülen güller rengini yitirip kızarıyor, koyu kırmızı renge bürünüyormuş. İlçenin tanıtımı için, yakın zamanda siyah gül festivali hazırlıkları bile planlanmaya başlanmış. Bindiğimiz teknenin isminin nereden geldiği de böylece anlaşılmış oluyordu. Şehir bana hazinelerinden birini göstermişti. Tatlı bir yorgunlukla sonraki gezilerimizi de tamamlayıp, yine aynı arayışlar içinde gezimizi tamamladık.
Eve döndüğümde biraz da okuyarak eksik bölümleri tamamlamayı düşünüyordum. Gezinin eksik tarafı, gülün başka topraklara gittiğinde kızarması değil, gittiği yerde kan kırmızısına dönmesiymiş! Okuduğum haberde, iki hafta kadar önce İstanbul'dan motosikletiyle yolculuğa çıkan iki gezginin son durakları Halfeti olmuş, ancak cenazeleri dönebilmiş memleketlerine... Siyah gül biricikliğini değil, kan kokusunu verebilmiş parası için öldürülen iki gence... Önceki gün yakalanan katil için babası, "Maalesef bir insanın iyi olması onun yaşaması için bir sebep değilmiş demek ki. Sen gözüne bakmaya doyamıyorsun başkası gözünün yaşına bakmıyor." diyordu.
Ben şehirlerle ilgili umudumu yitirmeyeyim yitirmemesine de hangi inanç, hangi mensubiyet çıkarabilecek şehirden siyah gülün o kan kokusunu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder